7 Ocak 2020 Salı

ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLER VE BERABERİNDEKİ SORUNLAR !


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLER VE BERABERİNDEKİ SORUNLAR !

17 Milyon Suriye toplam nüfusunun 7 milyondan fazlası çeşitli ülkelere göç etmiştir.
Ülkelerinde can ve mal güvenlikleri kalmayan Suriye'li ler, her an ölümle karşı karşıya yaşamak durumunda olan ve bu durumdan kurtulma ve başka bir ülkelere toplu olarak göç eden Suriyelilerin durumunu göç tanımlamaları ışığında “zorunlu, kitlesel dış göç” olarak adlandırabiliriz.
Bu göçler en fazla Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleşmiştir.
17 Milyon Suriye toplam nüfusunun 7 milyondan fazlası çeşitli ülkelere göç etmişlerdir.
8 İlde 11 geçici barınma merkezinde 108.732 Suriye'li barındırılmaktadır.
Geçici barınma merkezleri dışında resmi kaynaklara göre Türkiye'de 3.514.016 Suriyeli yaşamaktadır. Türkiye'deki Suriyelilerin çoğu Suriye-Türkiye sınırına yakın olan bölgelerden gelmektedir.
Türkiye'deki göçmen mülteci Suriye'li sayısı tam bilinmemekle beraber 5 milyonun 3 yüz binin üzerinde olduğu tahmin edilmekte.
En fazla Suriyeli Türkiye’de bulunmasına ve en fazla riski Türkiye üstlenmesine karşın uluslararası toplumdan yeterli düzeyde maddi ve manevi destek görememiştir.
CB Recep T Erdoğan'ın bir çok konuşmasında Suriye'li lere harcanan para olarak dolar cinsinden 40 milyar doları aştığı dile getirildi.
Türkiye’deki Suriyeliler konusu sosyal, siyasal ve çok büyük ekonomik boyutu olan bir uyum sorunu ve güvenlik meselesine dönüşmüştür.
Dolayısıyla sığınmacıların sadece temel ihtiyaçlarını karşılamaya dayalı bir politikanın sürdürülemez olduğu da kabul edilmektedir.
...Ve Türkiye'deki Suriyeli mültecilerle ilgili kurumların son dönemdeki çalışmaları bu yönde şekillenmektedir. Çünkü süreç uzadıkça sorunlar farklılaşmakta, nicelik ve nitelik değiştirmektedir.
Buna karşılık olarak çoklu çözümler isteyen sorunların çözüm yollarının değiştirilmesi de zorunluluk arz etmektedir.
Suriyeliler politikasını hiç bir düzeyde şekillendiremeyen Akp iktidarı sorunları giderek dahada keşmekeş hal aldırttı.
Akp hükümeti Suriye li mülteciler sorununa kalıcı bir çözüm üretememişken ürettiği çözümler de gün geçtikçe sorunları dahada derinleşerek, müferit gasp, hırsızlık, soygun, ve cocuk, kadın cinayet, taciz gibi ana başlık suçalrında çoğalarak devam etmekte.
İsmail Azakoğlu

5 Ocak 2020 Pazar

TBMM, de Libya'ya Asker gönderme teskeresi

2 Ocak 2020 Perşembe

Dogu Akdeniz Petrol & Gaz ve Enerji

Cemal ASLAN - Dogu Akdeniz Petrol & Gaz ve Enerji Panaroma

Doğu Akdeniz'de Münhasır Ekonomik Bölge ve Bölgelerin Paylaşımı Sorunu
Münhasır ekonomik bölge (MEB) ise “karasularının ötesinde ve bu sulara bitişik, belirlenen özel hukuki rejime tabi sahildar devletin hak ve yetkileri ile diğer devletlerin hakları ve serbestliklerinin belirlendiği bölgeyi ifade etmektedir.” Adalar, bu bağlamda MEB üzerinde tam olarak hak sahibi değildir ve egemenlik hakkı ileri süremezler. Münhasır Ekonomik Bölge hukuki rejimi 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nin V. Kısım 55 – 75 maddelerinde düzenlenmiştir. BMDHS’nin 57.maddesinde belirtildiği üzere; Münhasır Ekonomik Bölge, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz milinin ötesine uzanmayacaktır. Münhasır Ekonomik Bölge, kıyı devletine, kıyıdan başlayarak açık denize doğru en fazla 200 mil kadar uzanan bölgede gerek deniz yatağı altında, gerekse içerisinde bazı egemenlik haklarının tanınmasını içeren bir kavramdır. Münhasır Ekonomik Bölge bu deniz alanında kıyı devletine önemli ekonomik haklar ve yetkiler vermektedir. Ancak, sözleşme, üçüncü devletlere de söz konusu denizalanı üzerinde bazı haklar tanımaktadır. BMDHS’nin“Münhasır Ekonomik Bölge’de Sahildar Devletin hakları, yetkisi ve yükümlülükleri” başlıklı 56. maddeye göre Devletinin Münhasır Ekonomik Bölge’de kıyı devleti her türlü yapay ada, araç ve gerecin yerleştirilmesi ve yararlanılması konusunda tek yetkilidir. Münhasır Ekonomik Bölge’de diğer devletlerin hak ve yükümlükleri ise BMDHS’nin 58. Maddesinde yer almaktadır. Söz konusu maddeye göre; Münhasır Ekonomik Bölge’de, sahili bulunsun veya bulunmasın, bütün devletler, söz konusu sözleşmenin ilgili hükümlerinde öngörülen şartlar içerisinde, açık denizlerin seyrüsefer serbestliği ile uçuş serbestliğinden ve denizaltı kabloları ve petrol boruları döşeme serbestliğinden; keza, bu serbestliklerin kullanımına ilişkin olarak, özellikle gemilerin, uçakların ve denizaltı kabloları ve petrol borularının işletilmesinde, denizin uluslararası diğer yasal amaçlarla kullanılması serbestliğinden yararlanırlar. Ancak, Münhasır Ekonomik Bölge’de devletler, söz konusu sözleşme uyarınca haklarını kullanırken ve yükümlülüklerini yerine getirirken, sahildar devletin haklarını ve yükümlülüklerini gerektiği şekilde göz önünde bulunduracaklar ve sahildar devletin söz konusu kısım ve diğer uluslararası hukuk kuralları uyarınca kabul ettiği kanun ve kurallar, işbu sözleşme ile bağdaşır olduğu ölçüde, riayet edeceklerdir. Doğu Akdeniz coğrafyası dikkate alındığında, karşılıklı kıyıların uzunluğu 400 deniz milinden kısadır. Bu nedenle de bu bölgedeki devletlerin MEB ilan edeceklerinde belli ilke ve kurallar çerçevesinde sınırların belirlenmesi için ilk önce karşılıklı olarak mutabakatlar sağlamaları gerekmektedir. MEB'in belirlenmesi uluslararası hukuk, örf adet hukuku ve içtihatlara göre 3 temel ilkeye dayanmaktadır. Buna göre, ortay hat çizgisi, bölgelerin ilgili taraflarca anlaşmayla belirlenmesi ve hakkaniyet ilkesi göz önünde bulundurulmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) hukuken tek taraflı olarak Kıbrıs Türkleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ve hukukunu yok sayarak sözde MEB’i ilan etmiştir. Uluslararası hukuka göre bu alanların bölüşülmesi kıyıdaş devletler arasında antlaşmayla olmalıdır. Anlaşma sağlanamazsa uluslararası tahkim ve mahkemeler gibi barışçıl çözüm yollarına başvurulması salık verilmektedir. Bu ihtimalin de söz konusu olmadığı durumlarda uluslararası hukuk, haklı menfaatleri olan ilgili devletler arasında en azından bu doğal zenginliklerden yararlanılmasına yönelik geçici çözümlere başvurulabileceğini söyler. Dikkat edilmesi gereken nokta, çakışan hak ve menfaat iddialarının olduğu bölünmemiş deniz alanlarında, ilgili ülkelerin hak ve menfaatlerini geri alınamaz şekilde etkileyecek, doğal kaynakların tek taraflı kullanılması gibi girişimlerin hukuka aykırı kabul edildiği gerçeğidir. Egemen haklar ve yetkiler Kıta sahanlığı ve MEB kıyı devletine doğal kaynaklar üzerinde egemen haklar ve yetkiler vermektedir. Bu noktada geçerli kural “kara denize hâkimdir” prensibidir. Diğer bir ifadeyle, devletlerin denize sahildar olmaları sebebiyle sahillerine bitişik deniz alanlarında egemen haklara ve yetkilere sahip olmalarıdır. GKRY’nin KKTC’yi meşru bir siyasi otorite olarak tanımaması, buna karşın GKRY’nin adanın tek söz sahibi olduğuna ilişkin iddiasının KKTC ve Türkiye tarafından reddedilmesi, başta AB olmak üzere diğer ilgili uluslararası aktörlerin KKTC’yi devlet olarak kabul etmeseler bile Kuzey Kıbrıs’taki Türk varlığının haklarını kabul etmelerine rağmen sadece GKRY ile tüm adayı ilgilendiren konularda Kıbrıs Türklerinin haklarını ihlal eden antlaşmalar yapmaları, Doğu Akdeniz deniz alanlarının bölünmesi konusunu salt deniz hukuku sorunu olmaktan çıkarıp, başlı başına ada üzerindeki egemenlik sorununun bir cüzü haline getirmiştir. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun 1962 tarihli doğal kaynaklar üzerinde Daimi Egemenlik Kararı’na göre, doğal kaynaklar o ülkede yaşayan halklara ve milletlere aittir, denilmekte ve devletlerden asla bahsedilmemektedir. GKRY’nin bu anlamda tek yanlı olarak yasa dışı biçimde ilan ettiği sözde MEB’i ile Kıbrıs Türklerinin haklarını gasp etmesi kesinlikle kabul edilemez. GKRY’nin hukuken tek taraflı olarak MEB ilan etme hakkı yoktur. Bir yerde birden fazla devlet ve birden fazla halk varsa hele de tartışmalı olan devlet kendi başına tek taraflı olarak MEB ilan edemez! Eğer Kıbrıs Cumhuriyeti adada tek bir devlet olsaydı o zaman MEB ilan edebilirdi. Mevcut durum itibarı ile fiili olarak Kıbrıs adasında Türk, Rum ve İngilizlere ait 3 ayrı devlet bulunmaktadır. Buradaki mesele Kıbrıs Türklerinin (1960) kurucu ortağı olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nden 1963’de silah zoru ile atılması ve söz konusu devletin üniter Rum devletine dönmüş olma meselesidir. Kıbrıs Cumhuriyeti olarak anılan devlet tek başına Rumlara ait değildir. Meselenin özü budur!  GKRY Mısır, İsrail ve Lübnan ile Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bölgedeki haklarını yok sayarak ikili anlaşmalarla MEB ilan etme yoluna gitmişlerdir. Yunanistan ise resmi olarak Doğu Akdeniz’de MEB ilan etmemişse de Avrupa Birliği kurumlarının yayınlamış olduğu haritalarda da görüleceği gibi Meis Adası’nın güneyindeki sahada MEB dikte etmeye çalışmaktadır. Yunanistan Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarına ilişkin olarak, “Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis” hattını esas alarak ortay hatta dayalı bir deniz yetki alanı oluşturmak istemektedir. Bu amaç doğrultusunda Yunanistan, Mısır ve Libya ile de anlaşmalar yapmaya çalışmıştır. Yunanistan bu yolla hem Türkiye’yi kendi içerisine hapsetmek hem de Kıbrıs Ada’sını denizden denize bağ kurarak karada başaramadıkları Enosis’i deniz üzerinden (mavi vatan) gerçekleştirme hayalleri içerisine girmiştir! GKRY’nin hukuken tek taraflı olarak 2003 yılında Mısır, 17 Ocak 2007’de Lübnan ve 3 Şubat 2011’de de İsrail ile imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlama Anlaşmalarının geçerliliği ve bu anlaşmalar sonrasında parsellenen bölgeler Doğu Akdeniz’de yaşanmakta olan tartışma ve gergilimin temelini oluşturmaktadır. GKRY’nin tek yanlı ve adanın “tek hakimi” gibi davranarak sözde parsellediği blokların 1,4,5,6 ve 7 numaralı kısımları Türkiye’nin kıta sahanlığı ile ve ayrıca 1, 2, 3, 8, 9, 12 ve 13 numaralı kısımları ise KKTC’nin deniz sınır alanları ile örtüşmektedir. Yaşanan gelişmeler çerçevesinde KKTC kendi hükümranlık haklarını kullanarak 2011 yılında Türkiye’nin ulusal kuruluşu olan Türkiye Petrol Anonim Ortaklığı'na A,B,C,D,E,F,G diye 7 tane alan tanımlayarak ruhsat vermiştir. Bu bağlamda Türkiye mevcut kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeleri dolayısıyla Doğu Akdeniz’de hukuken sahip olduğu alanlar yanında bir de KKTC adına tüm adanın etrafında Türkiye Petrolleri aracılığı ile de hak ve söz sahibidir. Türkiye Cumhuriyeti yaşanan gelişmeler karşısında hem 32°16'18" doğu boylamından itibaren Kıbrıs adasının batısında kalan deniz alanlarında meşru hak ve yetkilerini kayda geçirmiş. Hem de 32º 16′ 18″ meridyeninin batısı boyunca kendisine ait olan kıta sahanlığının dış sınırlarını oluşturan bölgelerin aynı zamanda Doğu boylamının Batıda 28º 00′ 00" E boyunca Mısır ile deniz sınırını oluşturmakta olduğunu 2 Mart 2004 tarihinde BM belgesi olarak yayınlanan mektubuyla resmi olarak kayda geçirmiştir.  Türkiye Cumhuriyeti uluslararası deniz hukukundan kaynaklanan ve doğal hak kabul görülen 200 millik bir kıta sahanlığı hakkına sahiptir. Bu durumda ipso facto (fiilen) ve ab inito (başlangıçtan beri) ilkesinin geçerli bulunduğunu, söz konusu alanı BM Deniz Hukuku Bülteni’nde de 2 Mart 2004’te yayımlatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti ayrıca Doğu Akdeniz’deki yetki alanlarının belirlenmesi hususunda, bölgede ikili veya üçlü deniz yetki alanlarının paylaşılması hususunun kabul edilemez olduğunu 2004 Turkuno DT/4739 (Mart 2004), 2005 Turkuno DT/16390 (Ekim 2005) ve UN. Doc. A/61/1011/-S/2007/456 (Temmuz 2007) sayılı notalarda açıkça ifade etmiştir. Bölgede yapılacak olan MEB anlaşmalarının kıyıdaş bütün devletlerin katılımı ve uluslararası hukukun temel prensibini oluşturan hakkaniyet ilkesiyle yapılması gerektiğini sürekli vurgulamış, vurgulamaya da devam etmektedir. Doğu Akdeniz’in stratejik önemi, dünya deniz taşımacılığının önemli bir geçiş noktası olmasının yanında son yıllarda bölgede bulunduğu iddia edilen enerji rezervleriyle bir kat daha artmıştır. ABD Jeolojik Araştırma Kurumu'nun yayınladığı verilere göre, Doğu Akdeniz’in doğusunda, Kıbrıs adası ile Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin devletlerinin ortasında kalan Levant havzasında ortalama 1,7 milyar varil petrol, 3.45 trilyon metreküp doğalgaz olduğu iddia edilmektedir. Dönemin AB liderleri anlaşılan o ki 1 Mayıs 2004’de Güney Kıbrıs’ı Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgesinde daha etkin bir aktör olabilmek için AB’ne üye almışlardır. AB bu sayede Ortadoğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasında GKRY üzerinden daha aktif olarak hamleler yapabilme imkânına sahip olmuştur. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanı meselesinin özü; Rumlar nasıl 1963’de silah zoru ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasp ederek üniter Rum devletine dönüştürmüşlerse, günümüzde de Ada’nın etrafındaki tüm yetki alanlarını (MEB) aynı şekilde gasp ederek bu duruma meşruiyet kazandırabilme meselesidir. AB, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanı meselesinde ne yazık ki tarafsızlığını koruyamamış. Bilakis Yunanistan ve GKRY’nin yanında yer alarak konuya müdahil olmayı tercih etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC en başından beri Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanı meselesinin barış ve uzlaşı zemininde uluslararası hukuk ve hakkaniyet çerçevesinde çözümlenebilmesi için çaba göstermektedir. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanı meselesinde bakalım ilerleyen günlerde daha ne gibi gelişmelerin yaşanacağını hep birlikte yaşayarak göreceğiz.Doğu Akdeniz deniz alanları kapsamlı şekilde bölüşülmüş değildir. GKRY’nin diğer ülkeler ve uluslararası şirketlerle Kıbrıs adına yaptığı antlaşmalar uluslararası hukuka aykırıdır.Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bölgede yalnızlaştırmaya yönelik geniş çaplı siyasi hamleler zinciriyle, bu dengenin Türkiye ve KKTC aleyhine bozulmak istendiği açıktır. Temelinde yarım asırlık Kıbrıs sorunun deniz alanlarına yansıması olarak ele alınabilecek bu ihtilafı anlamak için kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) kavramları ile bölgedeki Türkiye’ye ve KKTC’ye ait hak ve menfaatlere değinmek faydalı olacaktır.Devletlerin bazı egemen haklara sahip olduğu kabul edilen ve uluslararası deniz alanını oluşturan “yetki alanları” vardır. Bunlar, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeler (MEB) olarak ifade edilmektedir.Kıta sahanlığı, ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısına denilmektedir. Her kara devletinin en az 200 deniz mili mesafeye kadar kıta sahanlığı hakkı vardır. Bu bağlamda Türkiye bir kara devletidir ve kıta sahanlığı vardır. 1958 Cenevre Deniz Hukuku Konferansı’nda kabul edilen Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 4. maddesine göre, “sahil devleti, kıta sahanlığı üzerinde araştırma yapmak ve doğal kaynakları işletmek bakımından egemen haklarını kullanır” denilmektedir.

1 Ocak 2020 Çarşamba

LİBYA TARİHİ

Libya' nın Bu günü ve Geçmiş Tarihi

Libya'nın bilinen ilk tarihi, ülkede mevcut mağara, harabe ve eski eserler üzerinde yapılan araştırmalara göre, M.Ö. 400 yıllarında yaşamış olan Berberilerle başlar. Eski Yunanlılar Libya?nın en eski yerlileri olarak bilinen Berberilere, ?Lebular? ve ülkeye de ?Lebu? diyorlardı. Zamanla bu kelime, ?Libya? şeklinde söylenmiştir.
Berberiler, uzun müddet Fenikelilerin istilasında kalmışlardır. Libya, bundan sonra birçok milletlerin istilasına uğradı ve pek çok medeniyetlerin tesirinde kaldı. Libya?yı önce Kartacalılar, sonra Romalılar idareleri altına aldılar. Romalılar buraya ?Afrika? adını verdiler. Bu isim yıllar sonra bütün kıta için söylenir oldu. Libya, bunlardan sonra 642 yılına kadar Vandallar ve Bizanslıların istilasında kaldı.
Mekke?de doğan İslam güneşi, 642 yılında Libya?yı aydınlatarak, Afrika karanlığını ve Bizans zulmünü ortadan kaldırdı. Emevi orduları bölgeyi bunlardan temizleyerek, İslam dininin buralarda yayılmasına sebep oldu. Emevilerden sonra kurulan Abbasi Devletinin meşhur halifesi Harun Reşid zamanında, Libya?ya ?Ifrikiye? adı verildi ve devlete bağlı valilerce idare edildi.
Uzun yıllar Abbasi hakimiyetinde kaldıktan sonra, 910 yılında Fatimilerin işgaline uğradı. Kısa bir müddet sonra, önce Eyyubi Devletine daha sonra Memluklere bağlandı. Libya 1551 yılına kadar Memluk sultanlarının idaresi altında kaldı. Aynı yıllar, Osmanlı Devletinin Asya, Avrupa ve Afrika?da fetihler yaparak zaferden zafere koştuğu yükselme dönemidir.
Bir zamanlar İspanya ve Malta şövalyelerinin elinde inleyen Trablus, 1551 yılında, meşhur Kaptan-ı derya Turgut Reis tarafından fethedilmiş ve Libya, Osmanlı Devletine bağlanmıştı. Libya, 400 yıl Osmanlı adaleti ve idaresi altında huzur ve refah içinde yaşadı. Osmanlı Devletine bağlı ayrı bir il idi. Osmanlı padişahının tayin ettiği valilerce idare edilir ve her yıl devlete vergi verirdi. Fakat Osmanlı Devletinin son zamanlarında iş başına geçen İttihat ve Terakki Partisinin beceriksizlikleri, üç kıtaya yayılmış büyük Osmanlı topraklarının elden çıkmasına sebep olduğu gibi, Libya da aynı akıbete uğradı.
İttihat ve Terakkicilerin tecrübesiz ve bilgisiz idareleri sırasında Libya?ya gerekli önem verilmedi. Dünyanın içinde bulunduğu siyasi buhranlar Afrika?da da kendisini göstermiş ve İtalyanlar, Libya?ya saldırmışlardır. Bundan sonra Libya, diğer Afrika ülkeleri gibi Avrupalı milletlerin mücadele alanı olmuştur. Nihayet 1911 yılında Ouchy Antlaşması ile ülke, İtalyanların eline geçti. Bu tarihten itibaren 1951 yılına kadar devam eden kargaşalıklar dönemine girdi.
Libya?daki mevcut azınlıkların liderleri olan Ahmed eş-Şerif, M.İdris ve M.İbn Ali el-Sanusi gibi emirler, Avrupalılara karşı isyanları başlattılar. Ülke içinde İtalyanlarla şiddetli çarpışmalar oldu. İtalyanlar birçok katliamlar yaptılar. Nihayet müttefiklerin yardımı ile 1951 yılında yabancıların idaresi son bularak Libya Krallığı kuruldu. 1953 yılında Arap Birliğine ve 1955 yılında da BM?ye üye oldu.
Libya, 1963 yılında on yönetim bölgesine ayrıldı. Krallık, 1969?da meşruti krallık haline getirildi. Fakat çok geçmeden iki yıl sonra ordu içindeki genç subaylar grubu ihtilal hazırlığına girdiler. O sıralarda Türkiye?yi ziyaret etmekte olan Kral İdris devrildi. İhtilal sırasında yüzbaşı rütbesiyle Silahlı Kuvvetler Komutanı olan Kaddafi, ihtilalden sonra, önce başbakan ve sonra da devlet başkanı oldu. Muammer Kaddafi, ülke yönetimini ele geçirdikten sonra ?ihtilal lideri? olarak Libya?yı yeni bir düzen içine soktu.
Arab-İsrail savaşı neticesi parçalanan Arab Birliği yerine Mısır ve onun yanında yer alan Arap ülkelerine karşı, Red Cephesini kurdu. Rusya ile yakın ilişkiler içerisine girerek politikasını Moskova?ya paralel bir tarzda yürüttü. Kendisinin yazdığı ve sosyalist fikirlerini ihtiva eden Yeşil Kitab istikametinde bir Arap Birliği düşüncesine kapıldı. Mısır ile birleşme çabası boşa çıkınca Suriye ile birleşme kararı aldı.
1980?de, bir uranyum kaynağı olan Çad ile resmi olarak birleşti. Son olarak Tunus ile birleşmeye teşebbüs edildiyse de, Mısır birleşmesi gibi başarısızlığa uğradı ve birçok karışıklıklar ortaya çıktı. Libya?daki ABD ve İngiltere?ye ait üsler kapatıldı. ABD ile karşılıklı ticari misillemelerin ve Akdeniz?deki askeri sürtüşmelerin arkasından ABD uçakları Trablusgarb ve Bingazi?yi bombaladı. Bu saldırı Kaddafi?nin ülke içindeki yerini yeniden güçlendirdi (1986).
Libya?nın Mısır, Uganda ve Çad?ın içişlerine karışmaya kalkışması üzerine, bu ülkelerde birçok silahlı çatışma meydana geldi. Çad?a gönderilen Libya kuvvetleri mağlup olarak geri döndü. Kaddafi, Castro politikasını Afrika kıtasında benzeri bir şekilde tatbik ederek Libya?daki birçok müesseseleri devletleştirmiş ve hür dünya ülkeleri ile olan ilişkilerini gerginleştirmiştir. 1986?dan itibaren Amerika?nın Petrol ve havacılık sektörlerine uyguladığı ambargo, büyük ekonomik sıkıntıya yol açtı. 1990 yılında Kaddafi, Amerika ile ilişkilerini geliştirmeye başladı.
2011'de Muammer Kaddafi'nin devrilmesi ve öldürülmesi Libya'yı rakip milis güçler arasında bir çatışamanın içine attı. Petrol zengini ülke doğu ve batıda iki iktidar merkezinin oluştuğu kırılgan bir yönetime sahip.
Libya'daki rakip güçler; Ulusal hükümetin başında
Fayiz Serraç, libyanın % 10 nu kontrol ediyor.
General Halife Hafter % 80 i ni kontrol ediyor.
Geriye kalan müferit milis gruplar..

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ; AMERİKANCI EĞİTİM DÜZENİ

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ; 
AMERİKANCI EĞİTİM DÜZENİ - FULBRIGHT ANLAŞMASI 27 ARALIK 1949
Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1949'de imzalanan ve “Fulbright Anlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyordu.
26 Şubat 1946 Kahire Anlaşmasından hareketle Türkiye’de 27 Aralık 1949 Anlaşması gereğince bir komisyon kurulmuştur. Bunun adı : «Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu» (Fulbright)dur.
Bu Komisyon, «T.C.Hükümeti tarafından sağlanacak paralarla finanse edilecek eğitim programının idaresini kolaylaştırmak için ihdas ve tesis edilmiş bir teşekkül olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri Hükümetleri tarafından» tanınmıştır.
27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ve ABD hükümetleri arasında "Eğitim Komisyonu" kurulmuş dört Türk, dört Amerikalıdan oluşan komisyon, ülkemizdeki eğitim kurumlarında yabancı dilde eğitim verilmesi kararını almıştır.
Senatör Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İç Yüzü” ve “Amerikan Emperyalizmi ve CIA” adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1949'de imzalanan Eğitim Komisyonu’yla ilgili anlaşmanın 5. maddesi şöyleydi:
"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi Amerikan büyük elçisi verecektir.”
Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacak ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır.
Bu anlaşmanın 5. Maddesine göre:
Bunlara ek olarak ABD, Türkiye’deki diplomatik heyetinin başı komisyonun başkanıdır. Ve alınan, alınacak olan kararlarda oy hakkına sahiptir. Komisyon karar ve davranışlarında ABD Dışişleri Bakanına karşı sorumludur. Komisyon, tıpkı Amerikan askerî üstlerinde olduğu gibi:
«Türk Hükümetinin himayesinde, her türlü Türk denetiminin dışında, Türk Eğitimi hakkında araştırma yapması, bilgi toplaması, gerekli Amerikan memurlarını uzman ve araştırmacı olarak okul, üniversite ve Bakanlıklara yerleştirmesi ve benzeri faaliyetlerini kolaylaştırmak amacını sağlamak için getirilmiştir.»
Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.”
Türk Hükümetine bu komisyonun çalışmalarını kontrol ve denetleme hakkı dahi verilmemiştir.
Türk vatandaşı olarak komisyona atanan 4 üyenin Amerika Hariciyesince kabul edilir kişiler olması doğaldır. Ulusal eğitimde, eğitim plânlamasından öğretmen yetiştirilmesine ve programların geliştirilmesine kadar yabancıların karışması, akıl alacak işlerden değildir.
Bu yüzden bugün, örneğin okul programlarımız toplum ve ülkenin gerçek ihtiyaçlarından ve ulusal çıkarlara uygunluktan alabildiğine uzaklaşmıştır.
Eski programdan Bağımsızlık, Devletçilik Lâiklik, Devrimcilik, Fransız devrimi, Reform hareketleri, Halkın aydınlatılması, Ulusal ekonomi, Devletin vatandaşlara karşı görevleri... Gibi konular çıkarılmış, yeni programa, Unesco, Nato günü, Demokrasi, Dinsel bayramlar... Gibi konular eklenmiştir.
Amerika ile ilgili konular genişletilmiştir.
Böylece Türk toplumunun muhtaç olduğu, uyanık, üretici, bağımsızlıktan yana, devrimci insan yetiştirme amacı yerine, Amerika’ya bağlı, toplum ve ülke çıkarlarının pek farkında olmayan, geleneklere bağlı ve genel olarak tüketici insanlar yetiştirilmesi amacına yönelinmiştir. Türkiye’nin «tüketim toplumu» haline getirilmesi, ABD’nin ticaret, ekonomi ve politika çıkarları için çok elverişlidir.
Buna, Amerika kaynaklı filmler, foto romanlar, vur-kır edebiyatı da eklendiğinde, tasarlanan ve uygulanan plânın ciddiliği daha iyi ortaya çıkar.
Bütün bu etkilemelerin genel amacı, ABD"nin ekonomi ve politika alanındaki çıkarcı girişimlerine kitlelerin kafasında uygun bir ortam hazırlamaktır ve Türk eğitimindeki ABD projeleri bunu fazlasıyla gerçekleştirmektedir. Böyle bir afetle savaşan öğretmenlere karşı, çoğunluğu kara cahil olan halk kışkırtılmakta ve sık sık «Amerika gitsin de Rusya mı gelsin?» sorusu ortaya atılmaktadır.
O günden 2019' ye, 70 yıldır, “Milli Eğitim”imizi ve daha pek çok bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyor.
Bu durun, 2019'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2019'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır.
Evet, gördüğünüz gibi ‘’Milli’’ olması gereken Türk eğitim sistemi milli değildir. 70 yıldır Amerika Birleşik Devletleri tarafından kontrol edilmektedir.
27 Aralık 1949 yılından bugüne tüm Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri bu anlaşmaya uymuş ve işbirliği yapmıştır.

31 Aralık 2019 Salı

İstanbul kanlı bölme ve rant bölüm; 2

www.azakoğlu.blogspot.com

İsmail Azakoğlu ile '' AMFİ ÖZEL ''

 KONUK;  Atilla Yıldırım Elektrik, Elektronik Müh. Tarihçi.. Konu; Türk Tarih Tezine Geçiş.